Unutulmuş zamanların göç resimleri

Göç denildiğinde öyle herkesin hemfikir olduğu toplumsal bir olgudan bahsedemeyiz. Farklı nedenlerle ortaya çıkmış çok sayıda göç çeşidi vardır: İltica, mübadele, zorunlu göç ya da sürgün, kırsaldan ya da taşradan kente, savaşın yıkıcı etkisinden kaçma, iklim dönüşümlerinin zor koşulları, iş bulma amacıyla yapılan göç, kültürel yaşamda zorda kalmanın etkisiyle yapılan göç, beyin göçü gibi… Sonuçları bakımından göçler, yıkıma varan değişimlerin nedeni olduğu gibi toplumsal ilerlemenin kaynağı da oldu. Tarihin bazı evrelerinde yaşanan radikal kültürel değişimlere bakıldığında akla gelen ilk etkenlerden biri göçlerdir. Bunun nedeni göçle birlikte etnik yapı ve siyasal coğrafyanın değişebilmesidir. Yeni siyasal yapının ihtiyaç duyduğu kurumlarla şehrin fiziki yapısında köklü değişiklikler gerçekleşebilir.

Göçle ilgili olarak belki de Fernand Braudel’in Akdeniz dünyası için söyledikleriyle genel bir çerçeve çizebiliriz: Akdeniz çevresinde yaşayan halklar oldukça yakın tarihlerde dışarıdan göç etmiştir. MÖ 2 bin yıllarından Orta Çağ’a kadar göç hareketliliğinin tarihsel dilimlerini ve etnik aktörlerini tanımlayabiliyoruz. Göçebe toplulukların yerleşikliğe geçişleri, yerli halklarla kaynaşmaları veya onları yerleştikleri topraklardan kovuşları biliniyor. Akdeniz havzasında kendi bölgelerinde Grekler, Araplar ve Anadolu’da Türkler eski yerleşimcilere aynı şeyi yaptılar: Etnik ve siyasal yapıyı değiştirdiler.

Orta Çağ’ı başlatan Avrupa tarihinin çok önemli bir dönemi vardır. Geç Antik Çağ ve Erken Orta Çağ’da yaşanan, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü hazırlayan ‘Kavimler Göçü’ Avrupa coğrafyasında ulusal kimliklerin oluşmasına kaynaklık eder. Bu dönemde Gotlar, Batı Roma’yı yıkarken Vandallar Avrupa’nın kuzeyinden İspanya ve Afrika’nın Akdeniz kıyılarına kadar inerler. Bir Alman kavmi olan Vandallar o kadar yıkıcı bir etki yaratır ki bugün olumsuz anlamda kullandığımız vandalizm teriminin kaynağı olur. Yine de Avrupa’yı boydan boya sarsan kavimlerin göçü günümüz Avrupa’sının oluşmasında etkili olmuştur. Anglosaksonlar, Normanlar, Franklar ve Germenlerin yerleştikleri yerler günümüz siyasi coğrafyasının şekillenmesiyle doğrudan ilişkilidir.

Siyasal yapıyı değiştiren göçlerin dışında, Braudel’in transhumans olarak adlandırdığı siyasal yapıyı değiştirmeyen ve daima tanımlı güzergahlar üzerinde hareket eden mevsimlik göçleri, Kafkasya’dan İspanya’ya kadar geniş coğrafyada görmek mümkündür. Anadolu’da ise kışlak ve yaylak arası göçlerle bildiğimiz bu tip göçler genelde hayvan ekonomisiyle ilişkilidir ve tarihi, Anadolu Selçuklu çağına kadar gider.

Yakın dönem göçlerini sınıflandırılırken ‘iç ve dış göçler’ başlıkları yaygın olarak kullanılır. Bölgeler veya şehirler arası hatta ülkeler arası ekonomik eşitsizlikler göç olgusunun nedeni oldu. Türkiye’de 1950’li yıllardan itibaren her iki tip göç yoğun olarak yaşandı. Dış göç Avrupa’ya özellikle de Almanya’ya yapılırken, iç göç kırsal bölgelerden kent merkezlerine ama özellikle de batıdaki büyük kentlere doğru gerçekleşti. İç göçlerin siyasi dönüşümlere yol açan etkileri oldu. En görünür etkisi ülkenin kentleşme süreçlerini denetlenemez hale getirirken kültür ve sanat alanında yeni oluşumlar yarattı. Kentsel mimaride gecekondu denilen konut türü ortaya çıktı. Mimarinin dışında kiç (kitsch) olarak adlandırılan ‘estetik yoksunluğu’, ‘kaba beğeni’ olarak tanımlanan örnekler sanat ortamını altüst etti. Özellikle de arabesk denilen müzik türü 1970’li yıllarda geniş kitleler tarafından büyük beğeniyle dinlendi. Aslında seçkinci sanat anlayışı olumsuzlaştırdığı ‘öteki olanı’ kendisi için bir tehdit olarak gördü. Kiç kültürünün faili ‘öteki insanlar’ı olumsuzlayanlar olduğu gibi bu sosyolojik olaya farklı bakan ve göç edenleri anlamaya çalışan çok sayıda edebiyatçı ve sanatçı da oldu.

Göçmenlerin ‘öteki’ olarak görülmesi günümüz ya da yakın geçmişin icadı sanılmasın. Tarihsel olarak çok eskilere giden ‘öteki’ tanımları var. Umberto Eco ‘Düşman Yaratmak’ adlı kitabında anlatır: Göçmenler, uygarlığı tehdit eden çirkin, pis ve bizden olmayanlardır. MS 5’inci yüzyılda Panionlu Priscus, Attila’yı kısa boylu, geniş gövdeli ve kocaman başlı esmer bir çirkin olarak tasvir eder. Bundan beş yüzyıl sonra Rudolph Glaber ise Atilla’yı dik saçları ve köpek dişleriyle şeytana benzetir. Orta Çağ’da Doğulular hep çirkin görülmüştür. İmparator I. Otto tarafından 968’de Byzantium’a gönderilen Cremonalı Liutprand’a göre Bizanslılar integritastan (bütünlüklü özelliklerden) yoksundur. Otto’nun elçisi İmparator II. Nikephoros için ise “korkunç bir yaratıktı” der. Bizans imparatorunu küçücük gözlü, kocaman kafalı ve köstebek gibi bir pigmeye benzetir. Ten renginin ise gecenin bir yarısında rastlamak istemeyeceğin bir Etiyopyalı gibi olduğunu söyler.

Tekrar 1970 yılların Türkiye’sine dönersek batıya ve büyük kentlere göçle ortaya çıkan kültürel ortamda kiç olarak tanımlanan sanat aslında sosyolojik dönüşüme işaret eder: Geleneksel olanın modern olanla karşılaşmasına… Modern kentsel kültür ortamında, geleneksel müzik aletleriyle kırsal imgelerin kentte yeniden üretimi arabesk olarak karşımıza çıkar. Bazen de tuhaflaşan bu durum giyimden yemek kültürüne, resimden mimari biçimlere kadar pek çok yerde görülür. Apartmanların cephesinde şelale olan ve taş/kaya görünümlü betonarme giydirmeler, ağlayan çocuk ya da namaz kılan küçük kız çocuğu resimleri bunlara örnektir. Tarlada çalışırken giyilen geleneksel şalvar üzerine etek giyilmesi de kiç örnekler arasında sayılabilir. Tüm bunlar şehirleşmeyle biçimlenen, tanımlanabilir bir zaman ölçeğinde olan biten dönüşümlerdir.

Bozkurt Güvenç, 1960 sonrası Türkiye’den Avrupa ülkelerine göç eden topluluklarda ‘kültür şoku’ oluştuğunu söyler. Türkiye’dekinden farklı kentsel yaşam deneyimi olmayan hatta hiç kentsel deneyimi olmayan göçmenler değişimi travma boyutunda yaşadılar. Geldikleri kültürle tanıştıkları kültür arasında gelgitler, zamanla ya tepkisizlik ya da tepkisel içe kapanma ve nihayetinde kendi kültüründen kopuşla sonuçlanan dramatik süreçler travmaların nedeni olur. Bu sürecin en çok zorlayan kültür ögeleri ise din ve dildir.

Türü ne olursa olsun göç olgusu duygusal kırılmalar, çaresizlikler ve yıkımların olduğu zorlu yaşantıların nedenidir. Vicdanları sızlatacak kadar ağır sorunlar, ölümlere neden olan olaylar toplumu derinden etkiler. Toplum yapısını doğrudan etkileyen göç olgusuna karşı sanatçılar ilgisiz kalmaz. Türkiye’de 1950’li yıllardan sonra göç konusu edebiyatta, tiyatroda ve plastik sanatlarda çokça işlenir. Orhan Kemal ve Fakir Baykurt’un köy romanları göçle değişen toplumsal yapıyla bağlantılıdır. Haldun Taner’in ‘Keşanlı Ali Destanı’ oyunu şehre göç etmiş ve gecekondularda yaşayan insanları anlatır. Göç resmin de konusu olur. Turgut Zaim, İbrahim Balaban, Neşet Günal, Cahit Aral, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Turan Erol, İbrahim Balaban gibi sanatçılar göçü resmin konusu yapar. Göç ve resim denildiğinde daha pek çok sanatçının yakın tarihli resim çalışmasının olduğunu belirtelim. Özellikle Suriye’nin çalkantılı durumuyla bağlantılı zorlu yaşamlar, Afrika’dan Akdeniz’i aşarak gelmeye çalışan göçmenlerin ölümlü yolculukları sanatın konusu olur.

NEDİM GÜNSÜR VE NURİ İYEM’İN GÖÇ RESİMLERİ

Nedim Günsür (1924, Ayvalık / 1994, İzmir), Cumhuriyet dönemi resmine yön veren sanatçılarından biridir. 1942 yılında Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinin öğrencilerinin kurduğu ‘Onlar Grubu’ içinde Nedim Günsür de vardır. Grubun atölyesinde El Greco’nun resmiyle beraber geleneksel halı ve kilimler de asılıdır. Bunun nedeninin Batı’nın resim sanatı birikimiyle ülkelerine ait bir sanat çizgisi oluşturmak olduğu söylenir. Grubun Fahrünnisa, Tural Erol, Orhan Peker, Fikret Otyam gibi üyeleri farklı anlayışlar içinde olsalar da ortaklaştıkları konu Anadolu’ya özgü bir sanat oluşturmaktı. Nedim Günsür, Neşet Günal’la birlikte 1960’lı yıllardan itibaren figüratif ve toplumcu gerçekçi sanatın önemli temsilcileri arasında yer aldı.

1960’lı yıllardan itibaren sanatçının figüratif resimlerinde göç, ayrılık, yoksulluk ve açlık gibi konular ‘toplumsal gerçekçi’ anlayışta ele alınır. Günsür, edebiyatla kendi eserleri arasında ilişki kurduğunu belirtir ve bazı resimlerini edebiyat eserlerinden yola çıkarak yapar. ‘Göçerler’ isimli resmini Orhan Kemal’in ‘Ortadirek’ romanından esinlenerek yaptığı bilinir. ‘Ortadirek’ romanı Yaşar Kemal’in ‘Yer Demir Gök Bakır’ ve ‘Ölmez Otu’ romanlarıyla beraber ‘Dağın Öte Yüzü’ genel başlığı altında topladığı üçlemenin ilkidir. Bu bir Çukurova romanıdır ve her şeyiyle sahicidir. Çukurova yöresinin folklorunu gerçekçi bir biçimde yansıtır. Yörenin sorunları, insanların açmazları, çarpıklıklar ve yaşam mücadelesi müthiş bir gözlem gücüyle anlatılır. Nedim Günsür’ün resimlerinde yaptığı da budur.

Göçerler, 1980, tual üzerine yağlıboya, Ayşe ve Mahmut Özgener Koleksiyonu.

Nedim Günsür dış göçe kayıtsız kalmaz, Avrupa’nın değişik ülkelerine, özellikle Almanya’ya giden göçmen işçiler ve ailelerini resimlerinin konusu yapar. Sanatçının ‘Yeşil Tren’ resminde kucaklaşarak vedalaşan, tren penceresinden uzanarak aileleri veya arkadaşlarıyla gurbet öncesi son kez konuşan insanların hüzünlü havası hissedilir. Yeliz İsanç’ın dediği gibi “Günsür, toplum gerçeğinin somut görüntülerini, gözlemci sadakati içinde sunarken olayları, görüntüleri abartmaz”. Figür stilizasyonu ve ince uzun espasları seçmesiyle birlikte figürler ritmik olarak sıralanır. Boşluğa sakince yerleştirilmiş tren ve gar binasının önündeki insanlara ağaçlar, azık torbaları, çanta ve bavullar eşlik eder. Resmin genel havası içinde “Aslında biz bu yaşantıyı biliyoruz” duygusunun dinginliği hissedilir. Herkesi içine alan bu mutlak güzelliği Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinden de biliriz.

NURİ İYEM

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın daha 1947 yılında Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısında “Beyoğlu’nun iç sokaklarının etnolojisini veren” ressam diye andığı Nuri İyem (1915, İstanbul / 2005, İstanbul), çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Osmanlı’nın son dönemleri, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş yılarında geçirir. Babasının görevi dolayısıyla kısa süreli olsa da Anadolu’nun değişik yelerinde yaşar. Liseyi İstanbul’da bitirir. Nazmi Ziya, İbrahim Çallı ve Leopold Levy gibi dönemin önemli sanatçılarından dersler aldığı Güzel Sanatlar Akademisinde resim eğitimine başlar. Mezuniyet resmi ‘Nalbant’ iki yıl kadar hapis yatmasının nedeni olur. Dönemin işgüzar görevlileri resimdeki nalbantın kullandığı aletlerden orak çekiçli komünizm propagandası suçu üretmiştir (bazı şeyler hiç değişmiyor). Bu konu nedense sanat tarihi çevrelerinde dolayısıyla da sanat tarihi eğitiminde pek konuşulmaz.

Nuri İyem’le birlikte Ferruh Başağa, Avni Arbaş, Selim Turan, Fethi Karakaş, Turgut Atalay, Nejat Devrim, Mümtaz Yener, Haşmet Akal, Agop Arad gibi sanatçıların yer aldığı ‘Yeniler Grubu’ günün sanat ortamı ve sanatçılar için sert eleştiriler yapar. Örneğin ‘D Grubu’nu sadece Avrupa sanatının değişik eğilimlerini uygulamaya çalışan ve toplumsal sorunlara karşı duyarsız sanat üretmekle suçlarlar. Yeniler Grubu ise toplumcu gerçekçi çizgide sanat ürünleri verirler. Nuri İyem’in özellikle 1960’lardan sonra göçü, köy ve kırsal yaşamı, kentleşme ve gecekondu bölgelerinin zorlu yaşantısını resminin konusu yapması birden ortaya çıkan bir durum değildir. Öğrencilik yılları ve Yeniler Grubu içinde oluşan düşünsel birikim onun toplumcu gerçekçi tarzı benimsemesinin nedeni olur. Gecekondularda yaşayan göçmen insanların yaşadığı zorluklar, özellikle de barınma sorunu Nuri İyem’i derinden etkilemiş olmalı.

Evin Sanat Galerisi’nin ‘Çağının Tanığı Bir Ressam: Göç Resimleri’ (2007) adlı sergi kataloğunda Nuri İyem’in 1950–2004 yılları arasındaki dönemde üretmiş olduğu göç konulu resimlerinden derlenen, 33 farklı koleksiyona ait 47 eserden oluşan serginin resimleri yer alır. Bu resimlerde 1950’li yıllarda başlayıp 1960’lı yıllarda yoğunlaşan göçün neden olduğu yaşamlar betimlenir. Dededen toruna üç kuşağın birlikte yaptıkları göç yürüyüşünün betimlendiği ‘Göç’ isimli resim bunlardan biridir. ‘Gecekondu Yapanlar’ isimli diğer bir resimde ise yardımlaşarak barınak/gecekondu yapan göçmen insanlar betimlenmiştir.

Nuri İyem, Göç, 1970, tual üzerine yağlı boya.
Nuri İyem, Gecekondu Yapanlar, 1976, duralit üzerine yağlıboya.

Günümüzde göçler çok boyutlu ve çok sayıda nedeni içinde barındıran vicdani bir sorun olarak insanlığın önünde duruyor. Göçmenleri tehdit olarak görme ve ırkçılığın eşlik ettiği düşmanlaştırma göç alan bütün ülkeleri etkiliyor. Avrupa ülkeleri ve Türkiye bu durumdan en çok etkilenen ülkeler. Oysa göç olayına farklı bir gözle bakabiliriz. Eğer bugün Akdeniz uygarlığının bütünlüğünden bahsedebiliyorsak bunun nedeni MÖ 2 binli yıllardan bu yana süregelen göçlerdir. Yakın zamanların göçleriyle ise daha belirgin dönüşümler gerçekleşti. Günümüzde kibirli bir şekilde göçmenleri ötekileştirenler belli ki kendi atalarının ötekileştirildiği tarihi unutuyor. 19’uncu yüzyılda İrlandalılar sürekli küflenmiş patates yemekten ölmemek için Protestan ABD’ye göçtü. Oysa Katolik İrlanda her şeyleriydi. İtalya 19’uncu yüzyılın ortalarından 1970’li yıllara kadar neredeyse yarı nüfusunu göçlerle kaybetti. Nazi Almanya’sından Türkiye dahil pek çok ülkeye en çok da ABD ve İngiltere’ye göç oldu. Nazilerden kaçanlar çoğunlukla nitelikli insanlardı. Entelektüel ve bilim insanlarından oluşan grupları da barındıran göçmenler gittikleri ülkelere ciddi katkılarda bulundular. Tıpkı günümüzde olduğu gibi…